30 Ekim 2011 Pazar

Kaygılı gerçek ya da inkar...

Hayatın acı verici, korkunç gerçekleri karşısında dayanıklılığı arttırmak için, aldatıcı içsel mekanizmalar üretip gerçeği saptırarak, yarattığımız hayali dünyaya inanma eğilimindeyiz. Gerçekte mevcut olmayan bir dünyaya...

Cervantes’in ünlü kahramanı Don Kişot, akıllıca bir delilikle, canavar sandığı yel değirmenlerine saldırarak tuhaf bir ikilemi gözler önüne seriyor: Gerçeği inkar yoluyla saptırarak kendimizi aldatmak mı, yoksa -acı verici de olsa- gerçeğin soğuk yüzüne bakabilmek mi? Akıllıca delilik mi, yoksa delice akıllılık mı?

Kaygılı gerçek mi, yoksa inkar mı?

Televizyonda, Discovery Kanal’da, insanların ölüm gerçeğinden nasıl kaçtıklarını örneklendiren ilginç bir belgesele rastladım. Roma da, Cappuccin Crypt adında bir kilisede, insan kemikleri ve kuru kafataslarıyla süslenmiş bir salon varmış *. 2000 yıldır orada ölen 8000 civarında keşişin kemikleri kullanılarak, ürkütücü bir düzenleme yapılmış. İçeri girildiği anda, salonun bütün duvarlarını kaplayan ölümün kokusu hissediliyor; odun istifleri gibi üst üste yığılmış kurukafalar, kaburga kemiklerinden yapılmış avizeler, uyluk kemiğinin leğen kemiğine yapıştırılmasından oluşan şamdanlar, uzun ayak kemikleriyle çerçevelenmiş tablolar var. Kurukafaların üzerine yazılar yazılmış ve çeşitli süslemeler yapılarak ilgi çekici biblolar haline getirilmiş.

Bu kiliseyi ziyarete gelenlerin büyük bölümü, içeri girip salondaki ölümün kokusunu hissettiklerinde, elleriyle yüzlerini kapatıp, korku dolu çığlıklar atarak dışarı kaçıyorlarmış. Kaygılı gerçekten, yani ölümün soğuk yüzüyle yüzleşmekten kaçtıklarında, kendileri için çok önemli olabilecek bir mesajı alma fırsatını da kaçırmış oluyorlar.

Biraz ileride , salonun duvarlarından birine yaslanmış, kurukafalarla süslü bir çerçevenin içinde şunlar yazıyor: “Şimdi siz bizim eski halimiz gibisiniz, ama yakında aynı bizim gibi olacaksınız"

Çok az kişi, kurukafaların fısıldadığı bu gerçeği kaygısızca kabullenebilir. Çok az kişi, bu gerçeğin acıtan soğuk yüzüne, kendisini aldatmadan katlanabilir. Salona giren büyük çoğunluk, kurukafaların fısıldadığı gerçeği anlamaktansa; boş gevezeliklerin, sıradan oyalanmaların, eğlenceli esprilerin ve ellerindeki fotoğraf makinelerinin peşinde oyalanmayı tercih eder; ürpertici gerçeği inkar ederler.

Bu mekanizma, ölümün keskin ve çıplak kokusunu hissetmemek için kiliseden kaçanlarla ilgili örnekte görüldüğü kadar somut, anlaşılır ve bu kadar kesin çizgilerle ayrılmış olmasa da, günlük hayatımızda çok farklı kılıklara bürünmüş olarak karşımıza çıkabiliyor. Acı verici, utandırıcı, ürkütücü gerçekleri görmemek ve duymamak için, algı alanımızı daraltıyoruz; ve kaygılı gerçeği, kendi imalatımız olan yanılsama kılıfının içine saklıyoruz. Körlüğü ve sağırlığı tercih ederek, gerçeğin göz kamaştırıcı ışığından ve kulak tırmalayan sesinden uzaklaşmış oluyoruz böylece...

Halil Cibran , “Ruhtaki derin uyanıklık dışında hiçbir şey yoktur” diyor. “o, ben ailemin, dostlarımın, toplumun ortasındayken, gözlerimdeki perdeyi kaldıran eldir ki; çoğu zaman, ‘bu yüzler de neyin nesi, bunlar kim?’ diyerek kalakalmışımdır. Onu tanıyan sözle anlatamaz; tanımamış olansa asla sırlarını kavrayamaz”**

“Ruhtaki derin uyanıklık; gözlerimdeki perdeyi kaldıran el...” sözleriyle anlatılmak istenen; aldatıcı deneyimlerle, oyalanmalarla örtülmemiş, sarsıcı gerçeğin çıplak görüntüsünden başka bir şey değildir. Halil Cibran’ın “bu yüzler de neyin nesi, bunlar kim?” dediği anda yüz yüze geldiği şey; büyük olasılıkla, inkar yoluyla yok edilemeyen acı verici, kaygılı gerçektir.

Jean Paul Sartre, Bulantı adlı romanında, modern edebiyatın belki de en ilginç pasajlarından birinde, maddelerin hamuruyla, görüntünün altındaki acıtan gerçeklikle karşılaştığı bu en derin uyanıklık anlarından birini şöyle anlatıyor: “... Kestane ağacının kökleri sıramın hemen altında toprağa gömülmüştü. Artık bir kök olduğunu hatırlamıyordum. Sözcükler yok olmuştu ve onlarla birlikte maddelerin anlamı, kullanım yöntemleri ve insanların onların yüzeylerinde izledikleri zayıf referans sistemleri de kaybolmuştu. Beni korkutan bu simsiyah, budaklı, iğrenç yığının karşısında eğilmiş, başımı öne eğmiş bir başıma oturuyordum. (...) Beni soluksuz bırakmıştı. Şu son bir kaç güne dek "varoluş" sözcüğünün anlamını kavrayamamıştım. Ben de diğerleri gibiydim, süslü bahar giysileriyle sahil boyunca ilerleyen diğerleri gibi... Onlar gibi ben de, "okyanus yeşil; oradaki beyaz leke bir martı" diyordum.

(...) Ve sonra birdenbire işte orada, gün gibi ortadaydı: Varoluş birdenbire kendini ortaya çıkarmıştı. Zararsız soyut bir kategori görünüşünü kaybetmişti: Maddelerin hamuruydu o.

(...) Kök, bahçe kapıları, sıralar, seyrek çimenler, yok olan her şey: Maddelerin çeşitliliği, bireyselliği yalnızca bir görünüştü, kaplamaydı. Bu kaplama düzensiz, kocaman, yumuşak bir yığın bırakarak erimişti - çıplak, ürkütücü, iğrenç bir çıplaklık... “

Hayata denge sağlayan, uyuma yol açan dinamikleri bozan sarsıcı bir travmatik yaşantı, çoğunlukla perdenin yırtılmasına, duvarların yıkılmasına yol açarak kaygılı gerçekle burun buruna gelinmesini sağlar. Tolstoy, Anna Karenina adlı romanında, Anna’nın kocası Alexey’in uyanış anını, yani uyuşturucu tuzaktan kurtuluş anını şöyle anlatıyor: “Mantıksız ve akıl dışı bir şeyle yüz yüze olduğunu düşünüyordu ve ne yapacağını bilmiyordu. Alexey Alexandrovitch hayatla, karısının kendisinden başka bir adamı sevme olasılığıyla yüz yüzeydi ve bu ona çok akıl dışı ve kavranması olanaksız görünüyordu; çünkü hayatın kendisiydi bu. Bütün hayatı boyunca Alexey Alexandrovitch hep hayatın bir yansıması olan resmi alanlarda yaşamış ve çalışmıştı.Ve hayatta her tökezleyişinde ondan uzaklaşmıştı. Şimdi bir uçurumu, üzerindeki bir köprü aracılığıyla sakin bir şekilde geçerken, birdenbire köprünün kırık olduğunu ve altında derin bir uçurum olduğunu fark eden bir adamınkine yakın bir duygu yaşıyordu.

Derin uçurum hayatın kendisiydi, köprü de Alexey Alexandrovitch'in içinde yaşadığı yapay hayattı.”

“Derin uçurum hayatın kendisiydi, köprü de yapay hayattı”. Bu sözler, davranış bilimlerinde sözü edilen “Savunma Mekanizmaları” kavramını çok güzel açıklıyor. Bu sözlerdeki köprü, hiç kuşkusuz, Don Kişot’un yel değirmenleriyle aynı işlevi yerine getirir: Yapay hayatlar üreterek, gerçek hayatla arada oluşan uçurumu kapatma ve böylece gerilimi azaltma işlevini...

Geçenlerde, Tom Cruise’nin başrolünü oynadığı Vanilla Sky adında bir film seyrettim: Gerçek hayatla, yapay hayat arasındaki gerilimi olağanüstü etkili şekilde anlatıyordu. Filmin kahramanı iki önemli savunma geliştirmişti: Birincisi, “özel bir insan” olduğuna dair geliştirdiği gerçekdışı ve bilinçsiz inanç; ikincisi , yoğun ölüm anksiyetesine karşı geliştirdiği ölümsüzlük inancı...

Özel biri olduğuna inandığı için sevgilisiyle içten ve tatminkar bir ilişki kuramıyordu. Sevgilisinden “seks arkadaşı” olarak söz ediyordu; çünkü bir başkasına tam bağlılık, inandığı “özel olma” miti ile bağdaşmıyordu. Diğerleri gibi olmadığına, onların başına gelenlerin kendisinin başına gelmeyeceğine, kendisinin farklı olduğuna inanıyordu. Ölümün kendisine asla ulaşamayacağını düşünüyordu. En çok sevdiği televizyon programı, üç ay boyunca buzların altında donduktan sonra tekrar dirilen bir köpekle ilgiliydi. “Hiç bitmeyen hayat” mitine duyduğu bilinçdışı inanç nedeniyle sığ, derinliksiz, içtenlikten yoksun ve uyurgezer modunda bir hayat yaşıyor. Anne-babasının bir trafik kazası sonucu ölümü dışında hayatında hiç trajediyle karşılaşmamış; anne-babasının ani ölümü, miras yoluyla onu büyük bir şirketin yöneticisi konumuna getiriyor. Görünüşte hiçbir sıkıntısı, sorunu olmadığı için hayatı yüzeysel, sorumsuz ve eğlenceli geçiyor. Ancak aniden geçirdiği dramatik bir araba kazası, gizlediği ve baskı altına aldığı gerçek korkularının yüzeye çıkmasına sebep oluyor ve onu, yanlış inançlar yoluyla kaçmaya çalıştığı gerçeklerle –gerçek kimliğiyle- yüzleşmeye zorluyor.

Film boyunca, Tom Cruise tarafından canlandırılan karaktere üç kez “mutluluk nedir sence?” diye soruldu. Birincisini “seks arkadaşım” dediği ama bağlanamadığı kadın sordu; ikincisini yardım aldığı psikolog; üçüncüsü ise, filmin son sahnesinde teknik hizmet danışmanı tarafından soruldu.

Tom Cruise seks arkadaşına cevap vermedi; çünkü bilinçdışı inandığı “özel olma miti” yüzünden birine tam ve derin bir bağlılık hissedemiyordu; karşısındaki kadın, onun için tenini kullandığı bir et parçasından başka bir anlam taşımıyordu. Psikologuna “bu soruyu geç” dedi; ama filmin sonunda, trajedisiyle yüz yüze gelip, uykudan uyandıktan sonra şu cevabı verdi: “gerçek hayatımı istiyorum. insanlar beni olduğum gibi tanısınlar”

Hiç kuşkusuz, kendimize ve hayata karşı söylediğimiz yalanlar üzerine mutluluk kurulamaz. Eğer gerçeği saptırmak, kendini kandırmak mutluluk veriyorsa; bu sahte bir mutluluktur ve her yalan gibi daha başlangıçta sonu bellidir: Kendi üzerine çökmek...

Kazancakis’in Zorba’sı, gerçek hayatını yaşayan, hiçbir beklentisi olmayan, hiç kimseden hiçbir şey ummayan bir insandı. Zorba’ya model oluşturan adam, Kazancakis’in ağzından şunları söylüyor: “... eğer bir rahip bana günah çıkarmak ve benimle sohbet etmek için gelirse, ona ortadan kaybolmasını söyle ve bana beddua etsin!...”

Beklentisizliğin ve hayatı saptırmadan olduğu gibi yaşamanın, mutluluğun en büyük anahtarı olabileceğine ilişkin bir ipucunu da Nietszche veriyor: “Umut kötülüklerin en kötüsüdür. İşkenceyi uzatır”

Son sözü, Kazancakis’in mezar taşındaki basit yazıta verelim: “Hiçbir şey umut etmiyorum; hiçbir şeyden korkmuyorum. Özgürüm”

Umutları ve beklentileri olmayan insanlar, büyük olasılıkla, daha mutlu olmasalar da, daha huzurlu ve özgür mü olurlardı acaba?

Birini seviyorsanız O’na bunu söylemekten çekinmeyin, …Ve en önemlisi… Geç kalmayın…

İşte yoğun bir günün ilk yarısı geride kaldı…

Paris’te bir kafede bir yandan birşeyler atıştırırken, bir yandan Jacques Brel’le Amsterdam günlerinden konuşmak; yıllar önce Elvis Presley’in Indianapolis’te verdiği son konserini en ön sıradan izlemek ya da Sade’nin büyülü sesinden Jezebel’in hikayesini dinlemek istemez miydiniz? Belki kahvenizi yudumlarken Sting’in son şarkısına kulak vermek, ya da kahve keyfinizi son günlere damgasını vuran bir R&B yıldızıyla paylaşmak...

Tüm bunlar için biraz hayalgücü yeterli, ve tabii bir de günün stresinden kurtulup hayalgücünüzün sınırlarını genişletmenize yardımcı olacak bir sevgili.. Aslında O’nun sesini zaten kulaklarınızda cınlamıyormudur ? Tanıyorsunuz; alışmak hiç zor olmayacak...

Kısacası, günün ikinci yarısına aşkın şarkılarıyla hazırlanırken bir yandan da şehirde neler olup bittiğini öğrenmek; bir başka deyişle İstanbul’un kalp atışlarını duymak istiyorsanız kendinizle ve kulak cınlamalarınızla randevunuz var demektir..

“…Birini seviyorsanız O’na bunu söylemekten çekinmeyin, …Ve en önemlisi… Geç kalmayın…“

Taksim'den Beşiktaş!a Yürüyüş.. '' Gece 1:30 ... ''

Sakin bir İstanbul köşesi, yanyana oturmuşuz, muhabbet ediyoruz. Mis gibi kahve kokusu, lugatımda keyife denk. Keyifli bir buluşma olması gerek bunun teoride, şartlar da bu yönde ayarlandı. Ama bir türlü olmuyor, bir şey eksik veya yanlış hissi var. Sanki bir parça inatla oturmuyor yerine. Bu “trank” sesini duymadan da yanımdakinin ne dediğine konsantre olamıyorum.. Bazı durumlar için önceden hazırlanmış formatlar vardır. Beyin buna göre programlar kendini.

Eğlenmek üzere dışarı çıkılıyorsa mesela, ilgili mekana adım atar atmaz eğlenmeye başlanılır; toplantıya girilecekse, toplantı odasının yolunu tutar tutmaz ciddileşilir vs vs.. Bu iyi midir kötü müdür, bilemiyorum ama oynadığımız rollerin gereğidir. Herkes günlük hayatında birkaç farklı role bürünüyor. Bunu bilinçli olarak yapanlar da var, farkında bile olmayanlar da. Öyle ya da böyle, bu roller dış mihrakların işidir. İçinde bulunulan toplum tarafından dayatılan, belletilen davranış kalıplarıdır. Bilinçliysek, geçici olarak oynamaya zorlandığımız karakterler, bilinçli olmayanlar için başarının sihirli formülleridir. Dolayısıyla insanların pek “içinden geldiği gibi” var olma şansları yok hayatta.

Hiç Hawai gömleği ve sandaletleriyle karşınızda oturup gazoz içen bir bankacı gördünüz mü mesela? Göremezsiniz, çünkü bankacılık ciddi iştir. Karşınızdaki kurum sizin paranızı korumaya hatta arttırmaya, yapmak istedikleriniz için para sağlamaya adaydır ve herşeyden önce güven telkin etmesi gerekir. Format gereği, banka bünyesindeki çalışanların da bu çizgide olması şarttır. Konu mankeni bankacı ( Hawai gömlekli, gazoz içen hani ) sizde sempati uyandırdığı için faturalarınızı o bankadan ödemeyi tercih edebilirsiniz belki. Ama bol sıfırlı YTL hesabını işletecek banka arayan bir müşteri, bizim banka memuru “Abi, naapcan tahvili. Gel sana vadeli hesap açalım faiziyle mis gibi yaşarsın Antalya’da” dediği anda, bond çantasını da kapıp soluğu en yakın “banka gibi” bankada alacaktır. İşin trajikomik cephesi, iş dışında kalan ilişkilerde de bu rollerin oynanmaya devam etmesi.

İnsanoğlunun en büyük derdidir beğenilmek. Sosyal bir hayvan olduğumuzdan ötürü, derecesi değişmekle beraber, hepimizde mevcut bu ihtiyaç. “İçerideki” ses, hani hep bastırıp durduğumuz, adam yerine koymadığımız o ses, ne kadar çok şikayet ediyorsa, o oranda artıyor beğenilme ihtiyacı. Hayatı doğru yaşadığımıza dair onay almak istiyoruz etrafımızdakilerden. Herkes tarafından başarılı, mutlu görülen, beğenilen biri olmak, içerideki huysuz sese verilecek en kuvvetli cevaptır çünkü. Bu noktada kısırdöngüye dönüşüyor durum. Toplumun takdirini kazanmak, çoğu zaman kendini çiğneyip başkalarının tercihlerine göre yaşamak demek. Hayat ne kadar az kendi tercihlerimiz etrafında örüldüyse, içerideki ses de o kadar çok isyan edecek demek.

Yapılacak iki şey var :

a.Oynanan rolleri oyun bittiğinde sahnede bırakıp çıkmak, içerideki sesle dost yaşamak. Ama toplum içinde, sürüden biri olarak değil de, özerk bir birey olarak var olmak zor iş, kurt murt kapabilir.

b. İçeridekine “baybay” deyip üzerine '' beton dökmek '' ve sosyal başarının doruklarına yollanmak. Zaten beğenileceğim diye çabaladığımız sürece, içeridekinin duvarları kalınlaşacak ve bir süre sonra sesi duyulmaz olacaktır ( beton masrafından yırtabiliriz yani).

Geriye sebebini bulamadığımız bir tatminsizlik hissi kalabilir ama onu da yoğunlaştırılmış yoga kursuyla, latin danslarıyla, seyahatlerle, “çok eğlenilen” Cumartesi geceleriyle, olmadı feng shui ile filan hallederiz artık. Kahveden bir yudum aldım.. Soğumuş. Sonra yanımdakinin sesi netleşiverdi birden. İşini anlatıyor bana bir sürü İngilizce kısaltmalarla; ne kadar başarılı, ne kadar mutlu olduğundan, kendini nasıl iyi hissettiğinden bahsediyor. Aslında muhabbet etmekten çok, bir reklam filmi izler gibiyim.. "Aa.. dur, dur azcık" Işık.. Sıcacık..

Rengarenk.. Her renk bir enstrüman.. Her tonu bir nota.. Bütünleşiyorlar.. Ayrışıyorlar.. Bütünler.. Tek vücutlar.. Tek tek dokunuyorlar.. Birlikte sarılıyorlar.. Dağılıp dolduruyorlar.. Birleşip kavrıyorlar.. Yağmur olup üzerime düşüyorlar.. Buhara dönüp tenimde, çevreliyorlar.. Hayata döndürmek için doluyorlar ciğerlerime.. Atışları kuvvetleniyor nabzımın, yüreğimde toplanıyorlar.. Birleşiyorlar.. Bütünleşiyorlar.. Tek vücutlar.. Yaş oluyorlar.. Teker teker gözlerimden düşüyorlar..

Temizliyorlar fluluğu.. Her damla bir kristal.. Kırıyorlar ışığı.. Işıldıyorlar.. Ayrışıyorlar.. Rengarenk.. Her renk bir enstrüman.. Her tonu bir nota.. Tek tek dokunuyorlar.. Birlikte söylüyorlar.. Bir ilahi.. Yükseliyorlar.. Yükseltiyorlar.. Isınıyorum.. Işıldıyorum.. Rengarenk.. Şarkılar söylüyorum.. Korkuyorum dağılmaktan.. Ama çağırıyor, duyuyorum.. Konuştukça çözünüyor sözcüklerim.. Ayrışıyorum.. Sözcükler seslere.. Dönüşüyorum.. Sesler notalara.. Söylüyorum.. Notalar kalp atışlarına.. Tek vücudum.. Birleşiyorum.. Yağmur olmuşum meğer.. Teker teker düşüyorum.. ( Bu yağmur başka.. Demiştim sana..)

Yeni Yollar Seçmeli....

Yeni Yollar Seçmeli....

Bir yerlerde tıkanıp kaldığında hayat, soluk almak güçleştiğinde, yüreğin susup, mantığın sürüklemeye başladığında ayaklarını, dağlara dönmeli yüzünü insan. Yeni patikalar, yeni yollar seçmeli, yüreğini ferahlatacak; yeni insanlarla tanışmalı, yeni keşifler yapacak...

Hep isteyip de, bir gün yaparım diye ertelediği ne varsa, gerçekleştirmeyi denemeli! Her geçen gece, ölüme bir gün daha yaklaştığını; zamanın bir nehir, kendisinin bir sal olup da, o dursa da yolculuğun devam ettiğini anlamalı. Baş döndürücü bir hızla geçiyorsa birbirinin aynı günler, her akşam aynı can sıkıntısıyla eve giriliyorsa, değiştirmeye çalışmalı bir şeyleri. Küçük şeylerle başlamalı belki; örneğin, bir kaç durak önce inip servisten, otobüsten;yürümeli eve kadar, yüreğine takmalı güneş gözlüklerini; gördüğünü hissedebilmeli! Sağlığını kaybedip, ölümle yüz yüze gelmeden önce, değerli olabilmeli hayat!
İlla büyük acılar çekmemeli, küçük mutlulukları fark etmek için! Başkasının yerine koyabilmeli kendini; ağlayan birine "gül", inleyen birine "sus" dememeli! Ağlayana omuz, inleyene çare olabilmeli! Şu adaletsiz, merhametsiz dünyaya ayak uydurmamalı; sevgisiz, soysuz kalarak! Dikeni yüzünden hesap sormak yerine gülden, derin bir soluk alıp,
hapsetmeli kokusunu içine...

Güneşin doğuşunu seyretmeli arada bir, seher yeli okşamalı saçlarını... Karda, yağmurda; sevincine, coşkusuna; fırtınada boranda; öfkesine, isyanına ortak olabilmeli doğanın! Bir çocuğun ilk adımlarında umudu; bir gencin düşlerinde geleceği; bir yaşlının hatıralarında geçmişi görebilmeli! Çalışmadan başarmayı, sevmeden sevilmeyi, mutlu etmeden mutlu olmayı beklememeli! Ama küçük, ama büyük; her hayal kırıklığı, her acı bir fırsat yaşamdan yeni bir şeyler öğrenebilmek için; kaçırmamalı! Çünkü; hiç düşmemişsen, el vermezsin kimseye kalkması için,
hiç çaresiz kalmamışsan, dermanı olamazsın dertlerin; ağlamayı bilmiyorsan, neşesizdir kahkahaların; merhaba dememişsen, anlamsızdır elvedaların...
Ne herkesi düşünmekten kendini, ne kendini düşünmekten herkesi unutmamalı! Bilmeli, çok kısa olduğunu hayatın; hep vermek ya da hep almak için...
Sadece, anlatacak bir şeyleri olduğunda değil,
söyleyecek bir şey bulamadığında da dinleyebilmeli! Aklı ve kalbiyle katılabilmeli sohbetlere...
Hafızası olmalı insanin; hiç değilse, aynı hataları, aynı bahanelerle tekrarlamaması için! Soruları olmalı, yanıtları bulmak için bir ömür harcayacak!
Dostları olmalı, ruhunun ve zihninin sınırlarını zorlayacak! Herkese yetecek kadar büyük olmalı sevgisi; ama, kapasitesi sınırlı olmalı yüreğinin ki,
hakkını verebilsin sevdiklerinin; zaman bulabilsin; bir teşekkür, bir elveda için...

Yaşam dedikleri bir sınavsa eğer, asla vazgeçmemeli sevmek ve öğrenmekten; ama, herkesi sevemeyeceğini de her şeyi bilemeyeceğini de fark edebilmeli insan!
Tıpkı, her şeye sahip olamayacağı gibi... Zamanın ninnisiyle, uykuda geçirmemeli hayatı!.....

Kaderini Sev Ona Sahip Cık ....

Kaderini sev, ona sahip çık…

Ben yaratmış olmadığım halde mi?
Bana sunulmuş, hatta çoğu zaman ellerimi ayaklarımı çaprazlama kesmiş olduğu halde mi?
Hayır hayır… bu benim, benden olan, bana taraf olan şey değildi!
İyi bir şey mi bu kader, bana sunduğunu mu yoksa kaderin kendisini mi sevmeliyim.

Yoksa bana direk ‘kabul et işte lanet adam, artık bu budur!’mu diyorsunuz.
Yoksa ‘ne halin varsa gör’ mü…
Bence kimse kimseye bir şey demiyor, herkes anladığını kadarını yaşıyor hayatının, anlamadıklarını ise zaten hissetmiyor bile. Bu kader olmuş, şans olmuş kimin umurunda.
Bir şekilde, öyle ya da böyle geçip gidiyor artakalanda.
Değiştiremeyeceğimiz bir durum karşısında debelenmek, ahlayıp vahlanmak niye? ha tabi acı.

O değişmez, dinmesi kimi zaman imkansız kimi zaman uzun bir süreç gerektiren, mütevazi izlerimiz. Yoksa devasa mı demeliydim. Adını siz koyun. Bunun bir sonuca hizmet ettiğini düşünmüyorum. Zira egosu olan bir varlığın, acıyı anmadan, sızlanıp vahlanmadan zaman içinde seyrü sefer etmesi bilirim ki en ahmakça düşünce olurdu.
O yüzden, acılar yankılanacak, dağlardan ovalara inip, en uzaktaki köyün bilmem hangi duvarına çarpıp yok olana dek varlığını sürdürecek. İzi ise bir sonraki acıya kadar aynı yerinde kalacak.

Acılar ancak bir sonraki eşleniğine kadar hüküm sürer, yeni denk acı gelene dek, eski acımız en derin noktamızdır zira.
Ona saygı duyulur, özenle saklanır, kimi zaman toplumdaki statümüzü ve derinliğimizin ihtişamı hakkında kimlikler oluşturur. Bu yükselenlerin onuru ve kibridir aynı zamanda.
Anlamlı bir ağıttan yepyeni bir insan ve pekala bir medeniyet de yaratılabilir. İş ki onu yaşayan kirlenmemiş olsun!

Kaderini sev, ona sahip çık…

Önyargılar yıkılmayacak,
Paranoyalar daha da artacak,
Tabular bile ahlaki ögelerden uzak, bir nevi şekilcilikten öteye geçemeyecek
Hiçbir şey değişmeyecek…

‘Her masumiyet kendi zaman aşımının sonunda, bir yabaninin ellerinde son bulacak.’

Bunlar elbette benim öngörülerim, hatta çoğumuzun yaşadığı ortak duyguların kısa bir dizilimi. Peki aynı anda hepimiz masum muyuz? Ya da ne kadar önyargılıyız hayata ve bu hayatın insanlarına karşı bilinmez.

Fakat masumiyeti ve saflığı kime, neye, ne zaman, nasıl atfediyoruz? Hiç düşündünüz mü?

Ya da masum bir siluetin arkasında bir cellat olamaz mı? Elbette olur, zira ben bunca zaman saf ve masum bir görüntünün ardında o sıfatı hak edecek ruhsal bir varoluş henüz göremedim. (Göreniniz varsa da haber almak isterim hiç şüphesiz.) Ne var ki bahse konu tereddüt yüzde birlik dilim değil, genel olarak! bilinçaltımız da statü kazanan, saflığın ve masumiyetin bunu ne derece hak ettiği!

Saflığı ve temizliği çağrıştıran nesnelerin kuvvetli olmasından dolayı, insan suretlerin de saf ve masum görüntülerin, bilinçaltında zararsız ve çekici olarak algılanması en büyük yanılsamaların başında gelir.

Bugün karşınızda saf ve masum bir görüntüye sahip herhangi bir insan karşısında, yelkenlerinizi indirip diyaloğunuzu daha samimi kurmanıza sebep olan şey, ne karşınızdakinin olağanüstü yetenekleri ne de sahip olduğu o suret dışında başka bir yetidir.

Tek suçlu burada su ögesidir. Saflığın ve temizliğin en büyük, en güçlü, en değişmez sembolü! Çoğunun zihninde berrak suların canlanması da bundan dolayıdır.

İnsanda masumiyet görüntüsü, su ögesi ile o denli özdeşleşmiştir ki, saf ve masum görüntü aslında diğerleri açısından bir nevide ruhsal arınma ve günah çıkartma olarak adlandırılabilir.

Her insan karşısında ister istemez (inkar edenler olacaktır) beyaz ya da sarışın bir ten olsun ister, esmer ya da siyah ten toprağı çağrıştırır ve bu daha gerçektir! (Dolayısıyla gerçeklik Romantizm’in önünde sıkı bir engeldir.) En ufak hata göze batacak; sorunlar, güvensizlikler ve şüpheler zamanla su üstüne çıkmaya başlayacaktır. Esmer ya da siyah tenli insanlara karşı duyulan kin ve öfke, aslında ufak bir hatanın, bazen haddinden fazla büyütülmesi ile açıklanabilir. Bilinçaltın da öteki çağrışıma nazaran tahammül sınırları daha düşüktür. Oysa su ögesini çağrıştıran beyaz ya da sarışın tenlerde bu durum farklıdır. Hayal gücü ve betimleme daha yüksek, ve bunun bir sonucu olarak da tahammül sınırı, hüsrana ve derin acılara dayanana dek daha yüksektir. Farkındalık oldukça gecikmeli olarak işlevini görür. Onların anlamlı bir duruşunun olup olmaması kimsenin umurunda değildir esasen! Ne derece doğru konuştuğu ya da inançları da önemli değildir. Önemli olan burada ruhsal arınma ve iç huzurdur. Bir nevi transa geçme söz konusu da olabilir. Bazen hipnozite edildiğinizin farkına bile varamayabilirsiniz.

( Eski toplumlarda, kabileler de Tanrı’ya adanan insanların renklerini düşünün )

Masumiyet, saflık çağrıştırdığı son derece kuvvetli ve psişik ögelerle sizi rehin almıştır ki, bundan kurtulması biraz önce de bahsettiğim gibi, ruhunuza kuvvetli bir çuvaldız batırılmasıyla, acıyı ya da hüsranı derinden hissetmenizle olanıklıdır. Masumiyet hiç büyümeyen bir çocuk gibi biraz hayalperest, hatta haddinden fazla Romantiktir de. Masumiyet kendine yeni ebeveynler ve sahipler ararken, salt yükten, zorlanımdan başka bir şey getirmez. Aidiyet duygusu onlar da fazlaca mevcuttur. O saf ve masum görüntüyü sürdürebilmek için, güçlü ve sahiplenici olana yönelecek, kendi varlığını güvenli bir ortamda devam ettirecektir. (Sarışın ve beyazlara, beyazı burada ben katıyorum, aptal savı bu yüzden atılmış olabilir mi?) Belki de çağımız da herkesin sarı civcivlere dönüşme isteği (Erkekler dahil!) bu kuvvetli çağrışımın ve hipnozun yüzünden olabilir. Saf ve masum görüntünün ardındaki bu gerçek işleyiş ve yadsınamaz çağrışım ana kaynağını hiç şüphesiz doğadan alır.

Tarihe bakıldığı zamanda, bu konudaki işleyiş bizi fazlasıyla haklı çıkarır bir tutum sergiler. Esmer ve siyahların, beyaz ve sarışın toplumlara karşı mücadele ettiği çoğu savaşta galibiyeti kazanan taraf olması, fakat tarih boyunca ihanete uğrayıp, haklı galibiyetlerine nazaran sömürge olarak kalmaları yine bu durumla açıklanabilir. O yüzdendir ki barbar olmanın da (uygarlaşmamış, kıyıcı, kırıcı vb.) bazen avantajları olduğu söylenebilir! En azından itkisel davranmanın avantajları olacağı gibi.

Bu konuyu biraz daha gözlerinizin önüne serdiğiniz de, araştırmaya girebilecek kadar cesaretiniz varsa, Hindistan’da ve Cezayir’de yapılan soykırımlara (Sadece iki tanesi!) ve siyahlara karşı yapılan soykırımın, hangi toplumlar, hangi ihtiraslar ve hayalperestlikler! sonucu yapıldığını da öğrenmeyi unutmayın lütfen.

Masumiyet; sudur, beyazdır, berraktır, göze çarpmayandır, temizliğin ve yüce duyguların, mavi beyaz göğün, kimi zaman güneşin güçlü ve aydınlatan ışığıdır.
Masumiyet; hayalperestliktir, ihtirastır, şehvettir, savunmasız savunma, eylemsiz eylemdir.

Susuzluğunuza dayanabildiğiniz ölçüde, tüm bu yazılanları reddedebilirsiniz. Yüksek acılarınız, hatalarınız, sığınma ve kaybolma güdüleriniz, gerçeklikten kayacak kadar hayalleriniz, arzularınız, ihtiraslarınız ve sonsuz içsel öfkeleriniz (Sebebi önemsiz.) varsa da korkarım suya ihtiyacınız olacaktır. O yüzden sizlere tavsiyem, kuzey ülkelere kaçmanızdır. En azından onlar bunun farkında olmayabilirler. Pek sanmasam da…

Masumiyet bir gümüş gibidir! Alıcısı çıkmadığı takdirde (ki bunlar ender ve pahalı koleksiyonlardır) zamanla kararacak ve en sonunda vitrinden inip, diğer ucuz koleksiyonların yanında sergilenecek ve son derece ucuz bir rakama yeni sahibine teslim edilecektir.
Yeni sahip ise aldığı ucuz malın değerini yeteri kadar bilmeyecek ve ilk arızasında, bir köşeye fırlatıp atacaktır.

Saflık ve masumiyet aşksal açıdan incelendiğinde, ortaya çıkan manzara genelde iç karartıcıdır. Çünkü çoğu insan en büyük travmalarını (yani aşksal olanların içinde) saf ve masum bir görüntüden mahrum kaldığı için yaşar. Aşksal acıları boyutlandıran tutku ve ihtiras, en çok saf ve masum bir görüntüye sahip olanlar da, dolayısıyla bir genelleme yapmaksızın beyaz ve sarışın olanlarda vuku bulur!

Aslında bu gizli bir alışveriş de olabilir, bir taraf tanrı derecesinde saf ve masum olanı yüceltirken, diğer taraf halinden memnun ve hükmedici konumunda da olabilir! Ve istekleri sizi bazen hayalkırıklığına uğratabilir. Sanırım buna dikkat edilmesi gerekir.

Önyargıların yıkılması zor olduğu kadar bunların ayırtedilmesi daha da zordur, çünkü şekilcilik dediğimiz; biçimcilikle, sarmaş dolaş olmuş bir karakter yapısına ulaşmış olmamız içten bile değildir.

Saf ve masum olana karşı beslenen tarihi bu yanılgı, umarım benim bu kısa önsözümle kısıtlı kalmaz.

‘Eninde sonunda toprağa düşmeyecek mi, her su damlası’


' Masumuniyetinizi ve saflıgınızı hic bir zaman kayıp etmeyiniz.. ! '

26 Ekim 2011 Çarşamba

Hersey Bir İnsanı Sevmekle Baslıyor...

'' Biraz yakınımda olsaydın keşke, buralarda olsaydın… Özlüyorum, çok basit gibi duruyor ama özlemek ağır iş !..... Kalbin ortasına kar yağdırmak gibi, soğuktan nefes alamıyorsun....... ''



Bunca mesafeyi anlamıyor aklım, bu uzaklığı kabullenmek istemiyorum....... Zaten gidişlerin bu belirsizliğine kafam çok bozuk !.....Özlüyorum, hem de çok… Buralarda olsaydın şöyle tavşankanında bir çay demlerdim sana, gülümseyen gözlerini şeker niyetine eklemek geciyor icimden.....Öyle çok soru var ki, öyle çok şey soracağım ki ama elim telefona gitmiyor....... Madem diyorum o böyle sessiz sedasız gitti, sen neden arayacaksın ?......

Sesini duymadan, iki kelam etmeden, birkaç cümlede hal hatır sormadan kesilmiyor hasret !...... Ayrılıkların kötülü bu aslında, alışkanlıklarının yerine ne koyacağını bulamıyorsun....Bir kitabın ortasında rastlıyorum sana, bir şarkının en olmadık notasında, yolda yürüyen bir kadının seninkine çok benzeyen ceketinde, bir filmin alakasız bir karesinde…. Bir gün içinde defalarca rastlıyorum sana, unutmak da zorlaşıyor....

Telefonu açıp, ağzıma ne gelirse saymak istiyorum ama tutuyorum kendimi....... Kızgınlığımı, kırgınlığımı bağıra bağıra anlatmalıyım diye  düşünüyorum....... Sen bu bağırmalardan, sensiz ne kadar yalnız olduğumu anlayacaksın…
Her şey eksiliyor yokluğunda, ben eksiliyorum...... Sözlerim yüreğimde eksik kalıyor, sevişsem başka biriyle tenim eksik kalıyor......

Çıkmazın orta yeri yüreğim, dilim gönlüme söz geçiremiyor....... Çığırından çıkıyor bazen düşüncelerim, bir bilsen şeytan neler söylüyor !......Buralarda olsaydın keşke...... Yola çıktığımda sana gelene kadar mantıklı düşünüp geri dönemeyeceğim yakınlıkta olsaydın… Sevgin gibi, sadece yüreğimin değil, bedenime de yakın dursaydın….

25 Ekim 2011 Salı

Aşkın Hayat İcindeki Hali !......

''  Aşk, aslında yalnızlığın bir halidir....Yalnızlık ise bir yol haritasıdır çünkü sadece o zaman, gidecek bir yol arayacak kadar farkındasın kendinin ve hatta yaşamın… ''

Aşk denizin köpüğünden resim yapma isteğidir....... Hani bir an atlayıp vapurun güvertesinden, dipte sevdayla yüzen renk renk balıkların arasına karışarak, olmayanı anlamak gibi….Aşk, omzunda sonsuzluğun ağırlığını taşımaktır....... Üstelik kafanda binlerce soru vardır ve neden bir türlü bırakmadığını anlayamazsın sırtındaki küfeyi çünkü berduşluğun seni aşkın özüne götürmektedir..... Hissedersin de, bilemezsin.......

Aşk kendini tüketerek, bileyerek, harmanlayarak, değiştirerek, özümseyerek, kırıp acıtıp yok ederek, dönüştürerek yine kendini bulma halidir....... Sadece bulduğun artık eski sen değildir..... O yüzden kendine yabancılaşır yüreğin.....

Kısacık bir ömrün çok şekline tanıklık etmiştir aşk..... İhanete uğramış, üstü örtülmüş, yakılmış ve hatta canlı canlı gömülmüştür hayatın vahşetinde....... Bu yüzden, acıya karşı dayanıklı ve insana karşı güvensizdir....
Suskun ama vahşi bir hayvan gibi ürkektir aşk çünkü sadece doğru el severse kendini güvende hisseder... Bu yüzden içinde insan kalıntıları taşır......

İnsanın aşka çektirdikleri öyle sarsıcıdır ki hiçbir canlı katlanamaz. .....Yine de dayanır aşk ancak bu yüzden güvenip de hiçbir yerde uzun kalamaz….

Aşk, kışın sesidir aslında yağmur gibi, kar gibi… Karın sesin olur mu ?..... Dinlersen olur !..... Her şeyin bir sesi vardır ama sen duyamadıklarını sessiz sanırsın tıpkı göremediklerini yok saydığın gibi !!…..

24 Ekim 2011 Pazartesi

Bir Fotogaf Ve Ask'ın Öyküsü....

 '' Bugun  istanbul  istiklal  caddesinde  geziyor  iken  ( hani  su bilindik  adı  ile taksim dedikleri  semt ... ) eski salaş  bir  eskici dükkanına girdim...amacım  belki  eski  bir kac  kitap  bulmaktı fakat  gözüme koca  bir sandık dolusu  fotograf ilişti...Hemen  sordum  dükkan sahibine  ... '' Bakabilirmiyim ?... '' '' Tabiki isterseniz satın bile alabilirsiniz '' dedi... Ben ne  yapabilirdimki  benim olmuyan  icinde  ben olmuyan  fotografları...Sonra  bir  kitap  kafeye gittim..Söyle  bol küpüklü  türk kahvemi  söyleyip  bilgisayarımı  cantasından cıkartıp yazmalıydım  O  fotografın  üyküsünü  ve  paylaşmalıydım..... ''



Şöyleki....


               Bir fotoğraf geçti elime...Ne kadar da örselenmiş....Üzerinde çizikler kenarlarında yırtıklar....İlk önce arkasına baktım....Kısa cümlelerle yazılmış bir not '' Her an mutlu...Her an güzel..Her an hayat dolu...Her an tertemiz...Ve....Her an benimle ol... ''      ( Hemen altında ) Günü bilmiyorum ama güzel bir ilkbahardı bu fotoğraf çekildiğinde...Böyle yazıyordu....Neden sonra yeniden çevirip baktım....Ancak bu kez farklı bir gözle....Dans eden bir çift var....Kim yazmıştı acaba bu notu ?... Erkek olan mı yoksa kadın mı ?...Kim yazarsa yazsın güzel olmuş...Hele tarihlerin önemli olmadığını kalplerin o fotoğrafa hayat verdiğini bilmesi notu yazan kişinin ruhunu çıkarmış ortaya...Gözleri ışıl ışıl parlıyor ikisinin de....Hayata kafa tutmanın verdiği mağrur gülümsemeleri ise dudaklarının bir köşesine sığınmış....Kadın erkeğin omzuna elini atmamış dolamış adeta sıkı sıkıya....Erkek ise bu dolamaya karşılık verircesine kadını kavramış belinden....Gözler küçülmüş ve kızarmış hafifçe... Eh... serde alkol var....Yüzler objektife dönmüş yanaklar bir olmuş...Her türlü sıkıntı üzüntü, keder unutulmuş....Sadece geceyi yaşamanın hiçbir şey düşünmemecesine eğlenmenin arzusu var bu pozda.....Sanki bu fotoğrafta sahte hayatın bir bilemedin iki saat sonra yerini o tuhaf ama yaşanması gerçek olan hayata bırakası bakışlar var....Belki adamla kadının son mutlu gecesidir....Ne bileyim....

               Adam hayatın verdiği acıya fazla dayanamamış ve gitmiştir bilinmeyen bir yere.....Belki de kadın...Başka birine tutulmuş yeni ufuklara koşmuştur....Her ne kadar mutlu haller yansıyorsa da objektife içlerindeki fırtınaları kim bilebilir ki ?...Belki adam bu eğlenceyi hak etmiyordur....Bol bol içmiştir unutmak için....Kadınsa yorgunluktan ölse de sadece adam için orada bulunuyordur....O mutlu olsun diye....

               Veya '' Sürat yapan bir otomobilde beraberce ölüme gittiler...''diye başlayan....'' Doğum yaparken ölen kadın eski mutlu günlerinde...''Alkolü fazla alan koca kıskançlık krizi geçirdi ve karısını 20 yerinden bıçakladı...'' diye devam eden bir gazetenin ikinci sayfa haberi belki de bu fotoğraf....Bir sürü kötü haber peş peşe....

              Oysa bir de şöyle fotoğraflar var...'' Biz evleniyoruz, çok mutluyuz...'' Ya da....'' Çocukluk aşkı gerçek oldu ve yıllar sonra yine birbirlerini buldular...'' Mesela...'' Aşkları yeni doğan kızlarıyla daha pekişti...'' Kim bilsin ?...İyi de olsa kötü de olsa bir anı....Hani yıllar öncesi okulda arkadaşların birbirlerine verdikleri ''Benden sana cansız bir hatıra'' fotoğrafı....

               Fotoğraf kimi zaman....Kimliğe yapıştırılmış haydut gibi tiplerdir....Bazense...İş başvurusu yapılan yerlere verilen 24 lük vesikalıkların 12 si....Sünnetlerde çocuğun can derdinden gözlerine yansıyan '' Kurtarın beni '' bakışı.....Düğünlerde süzüm süzüm süzülen gelinle kasım kasım kasılan damadın tarifsiz mutluluklarıdır.....

               Fotoğraf kimi zaman..3 ya da 4 kişilik çekirdek aileye anneanne babaanne veya dedenin katılmasıyla bütünlenen ve mahalle fotoğrafçısında son bulan bir anı....Bir kız çocuğunun babaya olan büyük sevgisinin ölümsüzleşmesidir....Veya....Bir annenin çocuğuna hiç bırakmamacasına sarılması....Kimi zamansa...Bir ayağında 42 diğerinde 43 numara postal olan ve tuvalet nöbeti tutan bir asker....Yine tonlarca askerin bir araya gelmesi o askerlerden birinin ileriki yıllarda baba olması ve içinden çocuğuna kendini buldurmasıdır.......

              Bazen....Küçük bir çocuğun o yaşına göre en değerli varlıkları olan büyükbaba ve büyükannesinin ortalarına kurulması...... '' Seviyorum lan seni '' diyen bıçkın bir delikanlının sevdiğini cüzdanında her yere taşıması.....Gurbete olan her kimse '' Bak ben '' diye arkasına not düşüp gönderdiğidir.....

              Bazense.....Yaşı yavaş yavaş kemale ermişlerin etrafına '' İşte ben buydum bir zamanlar '' diye özlemle gösterdikleri.....Genç sevgililerin birbirlerine gösterip '' Ay bu sen misin ?...'' diyerek güldükleri....Nişanın atılmasından sonra her bir şeyin al gülüm ver gülüm olduğu dönemlerde ilk önce değişilen şeylerdir.... Fotoğraflar....Ama hepsinin de yüzlerindeki ifade aynı.....Donukluk....Siyah beyaz da renkli de olsa....Mutluluk gülümsemeleri ile hüzünlü yüzler hep aynı...

              Bu örselenmiş fotoğraf kimin bilinmez ama....Ben bu umutla gülümseyen....Sevgiyle birbirini saran....Hayata kafa tutmayı amaç edinmiş gibi duran... Her şartta birbirlerine bağlı kalan bu çifti hiçbir kareye sığdıramadım.....Belki onlar fotoğraf karesi değillerdir....Belki de gerçektirler.....Tıpkı senle ben gibi.....

23 Ekim 2011 Pazar

Afedin !!........

''   Hepimiz yüreğimizde büyük acıların izlerini taşıyoruz.....İnandıklarımız bizi sırtımızdan vurmuş, aldatmışız, ihanete uğramış, kandırılmışız........ ''


Canımızın acısından gözümüz döner bazen, intikamın o soğuk nefesini hep yanımızda taşırız. Haklıyızdır haklı olmasına ama bu kin en çok kime zarar verir ?.......Birinden nefret etmek, vücudunuza bulaşan virüs gibidir..... Kanser nasıl bedeninizi sinsi sinsi ele geçirirse, nefret de aynı şekilde sarar içinizi; hiç farkına varmazsınız !....
Yaşanılan her şey zaman içinde acısını hafifletecektir....... Yaşadıklarınızı içinizde büyütmek yerine,soğumasına izin vermek ve hayatı yakalamak gerekir.....

Aldatan kocanızı, size yalan söyleyen sevgilinizi, evliliğinizi bitiren kayınvalidenizi, eve getireceği parayı kumarda yiyen babanızı, eski sevgilinizle birlikte olan en yakın arkadaşınızı, vakti geldiğinde herkesi affedin...
Olaylar anında elbette sinirleriniz tepenize çıkacak, ondan nefret edeceksiniz. Küfür edecek, bağıracak, kızacaksınız..... Bunlar insani tepkiler !.... Ancak aradan aylar, yıllar geçtikten sonra hala o insana karşı içinizde şiddetli bir nefret ve öfke barındırmak, sizden başka kimseye zarar vermeyecektir.....
Affedin !.... Affedin ve yüreğinizdeki bu yükten kurtulun......

Size kötülük yapmış her kim varsa, evrene yollayın gitsin... Yüreğinizde kötülük tohumlarını yeşerten insanlara karşı hiçbir duygu barındırmayın.......Yaşanılan her şey insan için, insana dair, insana ait !...... Bunu hangi insan yapar diye şaşırarak sorduğumuz şeyleri bile yapanlar insan..... O zaman bilmeliyiz ki; yaşadığımız bütün kötü ve üzücü olaylara rağmen, içimizde nefret taşımak bizi hep daha aşağıya çekecektir.......

Affedin ve evrenin işleyen adaletine teslim edin...... Bırakın hayat ona derslerini bildiği gibi öğretsin.... Siz bu olaydan doğru dersi aldınız mı bunu düşünün....... Affetmek onlara bir şey yapmayacak, tıpkı öfkenizi içinizde bilemenizin de size bir yararı olmadığı gibi ama sizi özgür bırakacak.........