30 Ekim 2011 Pazar

Kaygılı gerçek ya da inkar...

Hayatın acı verici, korkunç gerçekleri karşısında dayanıklılığı arttırmak için, aldatıcı içsel mekanizmalar üretip gerçeği saptırarak, yarattığımız hayali dünyaya inanma eğilimindeyiz. Gerçekte mevcut olmayan bir dünyaya...

Cervantes’in ünlü kahramanı Don Kişot, akıllıca bir delilikle, canavar sandığı yel değirmenlerine saldırarak tuhaf bir ikilemi gözler önüne seriyor: Gerçeği inkar yoluyla saptırarak kendimizi aldatmak mı, yoksa -acı verici de olsa- gerçeğin soğuk yüzüne bakabilmek mi? Akıllıca delilik mi, yoksa delice akıllılık mı?

Kaygılı gerçek mi, yoksa inkar mı?

Televizyonda, Discovery Kanal’da, insanların ölüm gerçeğinden nasıl kaçtıklarını örneklendiren ilginç bir belgesele rastladım. Roma da, Cappuccin Crypt adında bir kilisede, insan kemikleri ve kuru kafataslarıyla süslenmiş bir salon varmış *. 2000 yıldır orada ölen 8000 civarında keşişin kemikleri kullanılarak, ürkütücü bir düzenleme yapılmış. İçeri girildiği anda, salonun bütün duvarlarını kaplayan ölümün kokusu hissediliyor; odun istifleri gibi üst üste yığılmış kurukafalar, kaburga kemiklerinden yapılmış avizeler, uyluk kemiğinin leğen kemiğine yapıştırılmasından oluşan şamdanlar, uzun ayak kemikleriyle çerçevelenmiş tablolar var. Kurukafaların üzerine yazılar yazılmış ve çeşitli süslemeler yapılarak ilgi çekici biblolar haline getirilmiş.

Bu kiliseyi ziyarete gelenlerin büyük bölümü, içeri girip salondaki ölümün kokusunu hissettiklerinde, elleriyle yüzlerini kapatıp, korku dolu çığlıklar atarak dışarı kaçıyorlarmış. Kaygılı gerçekten, yani ölümün soğuk yüzüyle yüzleşmekten kaçtıklarında, kendileri için çok önemli olabilecek bir mesajı alma fırsatını da kaçırmış oluyorlar.

Biraz ileride , salonun duvarlarından birine yaslanmış, kurukafalarla süslü bir çerçevenin içinde şunlar yazıyor: “Şimdi siz bizim eski halimiz gibisiniz, ama yakında aynı bizim gibi olacaksınız"

Çok az kişi, kurukafaların fısıldadığı bu gerçeği kaygısızca kabullenebilir. Çok az kişi, bu gerçeğin acıtan soğuk yüzüne, kendisini aldatmadan katlanabilir. Salona giren büyük çoğunluk, kurukafaların fısıldadığı gerçeği anlamaktansa; boş gevezeliklerin, sıradan oyalanmaların, eğlenceli esprilerin ve ellerindeki fotoğraf makinelerinin peşinde oyalanmayı tercih eder; ürpertici gerçeği inkar ederler.

Bu mekanizma, ölümün keskin ve çıplak kokusunu hissetmemek için kiliseden kaçanlarla ilgili örnekte görüldüğü kadar somut, anlaşılır ve bu kadar kesin çizgilerle ayrılmış olmasa da, günlük hayatımızda çok farklı kılıklara bürünmüş olarak karşımıza çıkabiliyor. Acı verici, utandırıcı, ürkütücü gerçekleri görmemek ve duymamak için, algı alanımızı daraltıyoruz; ve kaygılı gerçeği, kendi imalatımız olan yanılsama kılıfının içine saklıyoruz. Körlüğü ve sağırlığı tercih ederek, gerçeğin göz kamaştırıcı ışığından ve kulak tırmalayan sesinden uzaklaşmış oluyoruz böylece...

Halil Cibran , “Ruhtaki derin uyanıklık dışında hiçbir şey yoktur” diyor. “o, ben ailemin, dostlarımın, toplumun ortasındayken, gözlerimdeki perdeyi kaldıran eldir ki; çoğu zaman, ‘bu yüzler de neyin nesi, bunlar kim?’ diyerek kalakalmışımdır. Onu tanıyan sözle anlatamaz; tanımamış olansa asla sırlarını kavrayamaz”**

“Ruhtaki derin uyanıklık; gözlerimdeki perdeyi kaldıran el...” sözleriyle anlatılmak istenen; aldatıcı deneyimlerle, oyalanmalarla örtülmemiş, sarsıcı gerçeğin çıplak görüntüsünden başka bir şey değildir. Halil Cibran’ın “bu yüzler de neyin nesi, bunlar kim?” dediği anda yüz yüze geldiği şey; büyük olasılıkla, inkar yoluyla yok edilemeyen acı verici, kaygılı gerçektir.

Jean Paul Sartre, Bulantı adlı romanında, modern edebiyatın belki de en ilginç pasajlarından birinde, maddelerin hamuruyla, görüntünün altındaki acıtan gerçeklikle karşılaştığı bu en derin uyanıklık anlarından birini şöyle anlatıyor: “... Kestane ağacının kökleri sıramın hemen altında toprağa gömülmüştü. Artık bir kök olduğunu hatırlamıyordum. Sözcükler yok olmuştu ve onlarla birlikte maddelerin anlamı, kullanım yöntemleri ve insanların onların yüzeylerinde izledikleri zayıf referans sistemleri de kaybolmuştu. Beni korkutan bu simsiyah, budaklı, iğrenç yığının karşısında eğilmiş, başımı öne eğmiş bir başıma oturuyordum. (...) Beni soluksuz bırakmıştı. Şu son bir kaç güne dek "varoluş" sözcüğünün anlamını kavrayamamıştım. Ben de diğerleri gibiydim, süslü bahar giysileriyle sahil boyunca ilerleyen diğerleri gibi... Onlar gibi ben de, "okyanus yeşil; oradaki beyaz leke bir martı" diyordum.

(...) Ve sonra birdenbire işte orada, gün gibi ortadaydı: Varoluş birdenbire kendini ortaya çıkarmıştı. Zararsız soyut bir kategori görünüşünü kaybetmişti: Maddelerin hamuruydu o.

(...) Kök, bahçe kapıları, sıralar, seyrek çimenler, yok olan her şey: Maddelerin çeşitliliği, bireyselliği yalnızca bir görünüştü, kaplamaydı. Bu kaplama düzensiz, kocaman, yumuşak bir yığın bırakarak erimişti - çıplak, ürkütücü, iğrenç bir çıplaklık... “

Hayata denge sağlayan, uyuma yol açan dinamikleri bozan sarsıcı bir travmatik yaşantı, çoğunlukla perdenin yırtılmasına, duvarların yıkılmasına yol açarak kaygılı gerçekle burun buruna gelinmesini sağlar. Tolstoy, Anna Karenina adlı romanında, Anna’nın kocası Alexey’in uyanış anını, yani uyuşturucu tuzaktan kurtuluş anını şöyle anlatıyor: “Mantıksız ve akıl dışı bir şeyle yüz yüze olduğunu düşünüyordu ve ne yapacağını bilmiyordu. Alexey Alexandrovitch hayatla, karısının kendisinden başka bir adamı sevme olasılığıyla yüz yüzeydi ve bu ona çok akıl dışı ve kavranması olanaksız görünüyordu; çünkü hayatın kendisiydi bu. Bütün hayatı boyunca Alexey Alexandrovitch hep hayatın bir yansıması olan resmi alanlarda yaşamış ve çalışmıştı.Ve hayatta her tökezleyişinde ondan uzaklaşmıştı. Şimdi bir uçurumu, üzerindeki bir köprü aracılığıyla sakin bir şekilde geçerken, birdenbire köprünün kırık olduğunu ve altında derin bir uçurum olduğunu fark eden bir adamınkine yakın bir duygu yaşıyordu.

Derin uçurum hayatın kendisiydi, köprü de Alexey Alexandrovitch'in içinde yaşadığı yapay hayattı.”

“Derin uçurum hayatın kendisiydi, köprü de yapay hayattı”. Bu sözler, davranış bilimlerinde sözü edilen “Savunma Mekanizmaları” kavramını çok güzel açıklıyor. Bu sözlerdeki köprü, hiç kuşkusuz, Don Kişot’un yel değirmenleriyle aynı işlevi yerine getirir: Yapay hayatlar üreterek, gerçek hayatla arada oluşan uçurumu kapatma ve böylece gerilimi azaltma işlevini...

Geçenlerde, Tom Cruise’nin başrolünü oynadığı Vanilla Sky adında bir film seyrettim: Gerçek hayatla, yapay hayat arasındaki gerilimi olağanüstü etkili şekilde anlatıyordu. Filmin kahramanı iki önemli savunma geliştirmişti: Birincisi, “özel bir insan” olduğuna dair geliştirdiği gerçekdışı ve bilinçsiz inanç; ikincisi , yoğun ölüm anksiyetesine karşı geliştirdiği ölümsüzlük inancı...

Özel biri olduğuna inandığı için sevgilisiyle içten ve tatminkar bir ilişki kuramıyordu. Sevgilisinden “seks arkadaşı” olarak söz ediyordu; çünkü bir başkasına tam bağlılık, inandığı “özel olma” miti ile bağdaşmıyordu. Diğerleri gibi olmadığına, onların başına gelenlerin kendisinin başına gelmeyeceğine, kendisinin farklı olduğuna inanıyordu. Ölümün kendisine asla ulaşamayacağını düşünüyordu. En çok sevdiği televizyon programı, üç ay boyunca buzların altında donduktan sonra tekrar dirilen bir köpekle ilgiliydi. “Hiç bitmeyen hayat” mitine duyduğu bilinçdışı inanç nedeniyle sığ, derinliksiz, içtenlikten yoksun ve uyurgezer modunda bir hayat yaşıyor. Anne-babasının bir trafik kazası sonucu ölümü dışında hayatında hiç trajediyle karşılaşmamış; anne-babasının ani ölümü, miras yoluyla onu büyük bir şirketin yöneticisi konumuna getiriyor. Görünüşte hiçbir sıkıntısı, sorunu olmadığı için hayatı yüzeysel, sorumsuz ve eğlenceli geçiyor. Ancak aniden geçirdiği dramatik bir araba kazası, gizlediği ve baskı altına aldığı gerçek korkularının yüzeye çıkmasına sebep oluyor ve onu, yanlış inançlar yoluyla kaçmaya çalıştığı gerçeklerle –gerçek kimliğiyle- yüzleşmeye zorluyor.

Film boyunca, Tom Cruise tarafından canlandırılan karaktere üç kez “mutluluk nedir sence?” diye soruldu. Birincisini “seks arkadaşım” dediği ama bağlanamadığı kadın sordu; ikincisini yardım aldığı psikolog; üçüncüsü ise, filmin son sahnesinde teknik hizmet danışmanı tarafından soruldu.

Tom Cruise seks arkadaşına cevap vermedi; çünkü bilinçdışı inandığı “özel olma miti” yüzünden birine tam ve derin bir bağlılık hissedemiyordu; karşısındaki kadın, onun için tenini kullandığı bir et parçasından başka bir anlam taşımıyordu. Psikologuna “bu soruyu geç” dedi; ama filmin sonunda, trajedisiyle yüz yüze gelip, uykudan uyandıktan sonra şu cevabı verdi: “gerçek hayatımı istiyorum. insanlar beni olduğum gibi tanısınlar”

Hiç kuşkusuz, kendimize ve hayata karşı söylediğimiz yalanlar üzerine mutluluk kurulamaz. Eğer gerçeği saptırmak, kendini kandırmak mutluluk veriyorsa; bu sahte bir mutluluktur ve her yalan gibi daha başlangıçta sonu bellidir: Kendi üzerine çökmek...

Kazancakis’in Zorba’sı, gerçek hayatını yaşayan, hiçbir beklentisi olmayan, hiç kimseden hiçbir şey ummayan bir insandı. Zorba’ya model oluşturan adam, Kazancakis’in ağzından şunları söylüyor: “... eğer bir rahip bana günah çıkarmak ve benimle sohbet etmek için gelirse, ona ortadan kaybolmasını söyle ve bana beddua etsin!...”

Beklentisizliğin ve hayatı saptırmadan olduğu gibi yaşamanın, mutluluğun en büyük anahtarı olabileceğine ilişkin bir ipucunu da Nietszche veriyor: “Umut kötülüklerin en kötüsüdür. İşkenceyi uzatır”

Son sözü, Kazancakis’in mezar taşındaki basit yazıta verelim: “Hiçbir şey umut etmiyorum; hiçbir şeyden korkmuyorum. Özgürüm”

Umutları ve beklentileri olmayan insanlar, büyük olasılıkla, daha mutlu olmasalar da, daha huzurlu ve özgür mü olurlardı acaba?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder